22 Ağustos 2012 Çarşamba

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ile Yaptığım Eski Bir Röportaj

"Elim bir kaza sonucu kaybettiğimiz BBP Genel Başkanı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ile 2007 yılında Digitürk-Keçi Dergisi için yaptığım röportaj... Bakın o günlerde neler söylemiş..."



                  Sivas'ın mesire yerlerinden bir fotoğraf Meclis'teki odasının duvarındaydı.
                    Anlatırken sanki Sivas'ı yaşıyordu.
                   Allah kabrini cennet bahçesi eylesin...







Söyleşimize gündemle ilgili olarak başlarsak, bir süredir konuşulan “sınır ötesi operasyon” sizce gerekli midir? Böyle bir operasyon yapılırsa, bunun Türkiye açısından sonuçları neler olur?

Tarihi olaylar zamanında ve şartları oluşunca değerlendirildiğinde bir işe yarar. Biz uzun süre önce Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi güvenliğini teminat altına alabilmesi için, içeride terör örgütüne nokta operasyonlarla mücadele yaparken, terör örgütünün lojistik destek aldığı, eğitim gördüğü yerlere de müdahale etmesi gerektiğini söylüyorduk. Bu itibarla, sınır ötesi bir operasyon ihtiyacı uzun zamandan beri vardı. Araya seçimlerin girmiş olması münasebetiyle, biraz da oy kaygılarıyla geleceğe tehir edildi. Seçimlerden sonra vatandaşlarımıza yönelik bölücü terör saldırısı, karakollarımıza yapılan saldırılar ve doğrudan askeri birliğimize yapılan saldırı münasebetiyle, TBMM asker göndermesi için hükümete yetki verdi. Meclisten tezkere yetkisi çıktıktan sonra, Dağlıca’daki taburumuzu koruyan birliğe baskın yapıldı. Askerlerimiz şehit edildi. Bazı askerlerimiz de rehin alınarak yurt dışına götürüldü. Zamanlamaya bakarsanız, bu ne zaman oldu?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınır dışına asker gönderme kararı aldıktan sonra yapıldı. “Siz sınır ötesine asker mi göndereceksiniz? O zaman biz size gönderiyoruz” dediler. Eğer PKK yaptıysa, bu...
Türk Devleti’ne tam bir meydan okumadır. Bunu yapan PKK değilse, o zaman da ayağımıza kurşun sıkarak bizi ikaz etmektir. Birileri “Siz, bu coğrafyada bize rağmen bir şey yapamazsınız” demeye getiriyor. Bunlar kim? Buna bakmak lazım… Bunların hepsini doğru tahlil ettikten sonra, hareket planını yapmak gerekiyor. Ben sınır ötesi bir operasyona ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu ihtiyaç hala geçmiş değildir. Ancak kış şartlarının gelmiş olması münasebetiyle operasyonun şekli değişebilir. Sınır ötesi operasyonun siyasi hedefleri olmalıdır. Siyasi hedef olarak, PKK’nın kampları dağıtılmalı, elebaşlarını enterne edebilmeli, sınır çevremizde ve sınır dışımızda toparlanabileceği bütün alanlara girilebilmelidir. Irak sınırımız korumaya müsait değil. Bu yüzden Türk Ordusu düzlüğe inerek, sırtını Gabar Dağı’na yaslayarak Türkiye’yi savunmalıdır. Bunun için bir tampon bölge oluşturmalıdır. Ortadoğu’da bize rağmen, oldubittilerle sınır değişikliğinin yapılamayacağını ifade edebilecek bir güç gösterisi olmalıdır.


Ülkenin her yerinde teröre karşı yürüyüşler ve mitingler yapılıyor. Geçtiğimiz günlerde Şırnak’ta da yüzlerce kişi yürüdü ve sizin de Şırnak’a ziyaretiniz oldu. Siz Kürt sorununa nasıl bakıyorsunuz? Terör olaylarını Kürt sorunuyla ilişkilendirebilir miyiz?

Öncelikle “Kürt sorunu” kavramı Kürt’lere hakarettir. İkincisi, bölücü terör örgütünün siyasi sonuç almak için ortaya koyduğu bir kavramdır. Ülkede sorunlar vardır ama bunlar bütün ülkemizin sorunlarıdır. İşsizlik, bölgeler arası dengesizlik, sağlık, eğitim, hukuk alanındaki olumsuzluklar, fert başına düşen milli gelirin yetersizliği Türkiye’nin genel sorunlarıdır. Biz, bu sorunları tek tek alıp çözdüğümüzde, Türkmen’in, Kürt’ün, doğulusunun, batılısının, hepsinin işine yarar. Eğer doğudan, güneydoğudan göç önlenirse, hepimizin sorunu çözülmüş olur. Meseleye “Kürt sorunu” olarak ad koyduğunuz zaman, Kürt’ler Türkiye’de sorun gibi anlaşılır. Benim açımdan Kürt’ler bir sorun değildir. Kürt’ler kardeştir, vatandaştır, bu vatan toprağında asırlardır beraber yaşadığımız, kız alıp verdiğimiz akrabalarımızdır. Niye sorun olsun? Sorunu etnik olarak ortaya koyduğunuz zaman, çözümünü de etnik olarak dayatırlar. Eğer Türkiye’deki sorunu demokratikleşme, hukukun üstünlüğüne dayanan adaletli bir düzen ihtiyacı, ekonomik ya da sosyal olarak tarif ederseniz, çözümler de bu yönde gelir. Ama Türkiye’de “Sorun etniktir” diye masaya koyulup, böyle kabul edilirse “O zaman çöz” derler. Neye göre çözeceksiniz? Kürt’ler sorunsa, Kürt’lere göre çöz, diyecekler. O zaman da federatif bir yapı, onun arkasından da bölünme süreci bize dayatılmış olacaktır. Bunun ne Kürt’lere ne Türkmen’ine, kimseye bir faydası yoktur.

Son açıklanan AB ilerleme raporunda, 301. madde ve ifade özgürlüğü konusunda Türkiye yine eleştiriliyor. Siz, Türkiye’nin AB sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben, Türkiye’nin demokratikleşmesinden, yönetim kalitesinin artmasından, milli birlik, beraberlik içerisinde daha insanca yönetilen bir Türkiye’den ve hiç şüphesiz ülkemizde AB ve ileri ülkelerin kalite ve standartlarını almaktan yanayım. Ama AB’nin böyle bir hedefinin olmadığını düşünüyorum. AB, Türkiye için bir hayal tüneline dönüşmüştür. AB, ülkemizdeki Kürt’ü Türkmen’den, Alevi’yi Sünni’den koparacak, Türkiye’yi bir azınlıklar ülkesi haline getirecek bir süreci bize dayatmaktadır. Bu itibarla ben AB’ye karşıyım. AB’nin siyasi bir birliğe dönüşmesi, yani Türkiye’nin içinde bulunacağı bir siyasi birliktelik gerçekçi değildir. Gerçekçi olmadığı için, bizi sadece gerecek ve gerginleştirecektir. Avrupa ve Türkiye arasındaki güveni daha çok zedeleyecektir. Hâlbuki AB ile ikili münasebetlerimizi geliştirmemiz, sosyal, kültürel ve siyasi ilişkilerimizi iki ülke arasındaki ilişkiler halinde sürdürmemizin daha yararlı olduğunu düşünüyorum. Bizim kızıl elmamız AB değil, Türk- İslam birliğidir. Bizim medeniyet kutlarımız, Türk-İslam birliği medeniyet kutlarına uygundur. Tarihimiz, geleneklerimiz, göreneklerimiz böyledir. Dolayısıyla Avrupa’yla ilişkilerimizi medeniyetler arasındaki çatışmaya göre değil, medeniyetler arsı diyaloga göre kurmalıyız. Sağlıklı, düzeyli, sürdürülebilir, karşılıklı çıkarlara dayanan bir anlayış içerisinde ilişkilerimizi yürütmeliyiz. Hayallere kapılmamalıyız. Zaten Avrupa’da böyle bir şeyi istemiyor. O bakımdan, ben AB sürecine karşıyım. Bu çerçeve içerisinde, Avrupa ülkelerinin birçoğunda 301. maddeye benzer maddeler var. Mesela, Fransa’da Fransız Devleti’ne hakaret etmek olarak geçiyor. Adı 301 değil ama İtalya, Yunanistan, Romanya gibi birçok Avrupa ülkesinde benzer maddeler var. Türkiye’de 301. madde; Türklüğe, Türklük değerlerine, devlete, Meclis’e, devletin kurumlarına alenen hakaret etmeyi ve aşağılamayı suç sayıyor. Ancak 4. fıkrasında “Eleştiri maksadıyla yapılanlar hariç” diyor. Burada tercihi hâkimlere bırakmış. “Eleştiri sınırlarını aşmış ve hakarete dönüşmüşse ceza verirsiniz; eleştiri sınırlarını aşmamışsa ceza vermezsiniz” anlamına geliyor. O bakımdan, belki bir “muğlâklık” varsa, bu muğlâklığın düzeltilmesi şeklinde bir değişiklik olabilir. Onun ötesinde, Türk tarihine iftira edecek, Türklüğe, TBMM’ye açıkça hakaret edecek ama ceza almayacak. Bu bir ütopyadır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir düzen yok. Anayasa’mızda “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran halkın adı Türk’tür” diyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlanmış olan halka Türk denir. Türklüğe hakaret demek, Türk vatandaşlarına ayrım yapmadan hakaret demektir. 301. maddeyi değiştirmek için adeta militanlık yapanların gerçek niyetleri özgürlükleri genişletmek değildir. Özgürlük, hakaret etmek anlamına gelmez. O bakımdan dengeyi kaybetmememiz lazım. Muğlâklık varsa düzeltilebilir.


Ak Parti Hükümeti’nin ekonomi konusunda izlediği siyaseti nasıl buluyorsunuz? Yapılan özelleştirmeler hakkında neler söylersiniz?

Biz temelde özelleştirmelerin karşısında değiliz. Ancak stratejik önemi ve tekel niteliğinde olan kurumların özelleştirilmesinin zararlı olduğunu düşünüyoruz. Özelleştirmenin, yeni teknoloji getirmek, üretimi ve istihdamı artırmak, ülkeye yeni katma değer oluşturmak için yapılması gerekir. Hâlbuki şu ana kadar yapılan özelleştirmelerin önemli bir kısmı, istihdamı artıran değil, daraltan; ülkeye katma değer oluşturmak yerine, ülkemizden başka bir ülkeye kar transferi yapan bir anlayış içerisinde yapıldı. Yeni bir yatırım yapmıyor. Yeni bir teknoloji getirmiyor. İstihdamı artırmıyor. Ürettiğini yurt içinde satıyor, parasını dışarıya götürüyor. O zaman bunun bize ne faydası var. Biz, bu anlayış içerisinde bir özelleştirmeye karşıyız. Geçmişte siyasilerin arpalığı haline gelmiş, yan, yandaş kayıran, kadro şişkinliğiyle ve kayırmacılıkla yağmalanan, devlete, millete yük haline gelmiş olan KİT’ler vardı. Tabi, KİT’lerin tamamen özel sektöre devredilmesi taraftarıyım. Devlet, kendi vatandaşıyla rekabete girişmez. Bir taraftan vatandaşların yapabileceği işleri devletin alıp da burada çalışanlardan yararlanarak, elektriğini, suyunu devlete ödeterek, vergi ödemeyerek piyasada özel sektörle rekabet içine girmesini doğru bulmuyorum. O bakımdan özelleştirme olabilir ama şimdi bu özelleştirmelere baktığınızda, bu sefer Özelleştirme İdaresi yeni bir KİT oldu. Biz özelleştiriyoruz, parayı Özelleştirme İdaresi’nin masraflarına ve kurulan üst kurulların oluşturduğu yeni yüksek maaşlı bürokratlarına harcıyoruz. Böylece yapılan özelleştirmeden bir şey anlaşılmıyor. Özelleştirme, borçlarımızı kapatmak için malımızı mülkümüzü satmak mı? Yeni KİT’ler oluşturup, buradan alıp oraya devretmek mi? Yoksa, bazı kurumlardaki çalışanları devletin sırtına verip, birilerinin daha kolay rant elde etmelerini sağlamak mı? Bunun kararını doğru vermemiz lazım. Ben Demir-Çelik’in özelleştirilmesine karşı çıktım. Çünkü kar eden bir kuruluştu. Avrupa’da, Ortadoğu’da sayılı çelik üreten bir fabrikamız vardı. İlla ki demir çelik özelleştirilecekse, yeni bir Demir-Çelik kurulması için altyapı oluştursaydık, gerekirse vergi indirimi yapsaydık, daha avantajlı imkânlar sağlasaydık da ülkemiz bir Demir-Çelik daha kazansaydı. Var olanı birisine pas ederek, onun üstündeki yükleri de devlete yükleyerek bir yere gitmek mümkün değil. Keza, Tüpraş da zarar eden bir kuruluş değildi. Hatta yeni bir Tüpraş’a Türkiye’nin ihtiyacı var. Telekom ise stratejik bir kurum. Bu dünyada kimsenin gizlisi saklısı kalmadı, zaten uydudan her şeyimiz takip ediliyor. O zaman ne lüzum var? Bu ayrı bir konu… Her şeye rağmen bir sırdaş tarafımız da vardır. Şimdi onların hepsini dolaylı olarak Yunanistan’ın, İngiliz’lerin eline verdik. Telekom çok kar eden bir kurumdur. Onların bu alanlardaki özelleştirme mantığını eleştiriyorum.

22 Temmuz seçimlerinde Sivas’tan çok yüksek oranda oy aldınız. Sivas halkının size olan bu güvenini ve sevgisini neye bağlıyorsunuz?

Ben Sivas’ın bir köyünde doğdum. Ailem Sivas’ın genel olarak yaşadığı ekonomik sıkıntıların içinde yoğruldu ve gençlik yıllarım hep mücadeleyle geçti. Bu mücadele dolayısıyla Sivas’ta hemşerilerimizin üzerinde olumlu bir imaj bırakıldı. Kendisini Türkiye’ye adamış birisiyim. Sivas, Türkiye’nin bir ili ve Cumhuriyet’imizin temellerinin atıldığı, Kurtuluş Savaşı’na asker yetiştirmiş, Osmanlı Devleti’nin asker kaynağı, Selçuklunun başkenti olan bir ildir. Sivas, bu özelliğine rağmen çok göç vermiş bir şehir. İstanbul’da Sivas’tan daha fazla Sivaslı yaşar. Mersin’de, İzmir’de, İzmit’te ve daha birçok şehirde yaşayan çok sayıda Sivaslı var. Çok geniş toprağı var ama verime müsait değil, işlenebilecek imkânlardan mahrum… Bu yüzden göç vermiştir. Sivaslı, bu ezilmişliğin doğurduğu duygusallıkla meselelere yaklaşır. Bir de ben hemşerilerime yanlış yapmadım. Yüzümü eğeceğim, yüzümü karartan, onlara bakmamızı zorlaştıracak bir yanlışımız olmadı. İktidar olamadım ama vatandaşımın, milletimin bana vermiş olduğu en küçük imkânı, en etkili şekilde millet hayrına kullandım. Sivaslı merdini, yüreklisini, dürüstünü sever. Sivaslı deyince “Havası sert, insanı mert şehir” diye akla gelir. Onlar da bu duygular içerisinde bize sahip çıktılar. Ben hemşerilerimden memnunum. İnşallah, bu teveccühü gösterenleri utandırmayacağım.

22 Temmuz seçimleri öncesinde bazı çevrelerce düşünülen, sizin ya da partinizin iktidar partisi AKP’ye katılma beklentilerine, seçime tek başınıza girerek karşıt yönde cevap verdiniz. Bunun sebebi olarak şahsınızı mı yoksa parti kimliğinizi mi gösterirsiniz?

Seçim öncesinde vatandaşımız genellikle ittifaklara sıcak bakıyordu. İttifaklar artık olağan görülüyordu. Partinin içinden ve dışından vatandaşlarımız, bizim de bir partiyle ittifak yaparak seçimlere girmemizi istiyorlardı. Meclis’in yeni döneminde bizim gibi düşünen ve davranan milletvekili sayısının artması için böyle düşünüyorlardı. Ancak böyle bir ortam doğmadı. ANAP ve DYP birleşti, dağıldı. Onların arasında bir istikrar olmadı. Saadet Partisi’yle ikimizin ittifak yapması halinde de sonuç alınamayacağı gibi bir kaygı vardı. Bu konuda Saadet Partisi’nin iyi niyetli beklentileri ve bize çağrıları oldu. Ama arkadaşlarımız, yaptıkları değerlendirmelerde ve kamuoyu araştırmalarında bunun da yeterli olmayacağını gördüler. Ak Parti’yle ilgili olarak, bu konuyu dillendirenler oldu ama beraber seçime girmek noktasında doğrudan bir görüşmemiz olmadı. Kaldı ki partilerin birleştirilmesine yönelik herhangi bir çalışma da olmadı. Bu dört buçuk yıllık süreç içerisinde, benim de birçok yönüyle iktidar partisinin icraatlarını eleştirdiğim olmuştur. Dolayısıyla, hem şahsi olarak benim kimliğim ve kişiliğim hem de Büyük Birlik Partisi’nin özgün yapısı, milli duruşu ve kendine has edasıyla yaptığı siyaset anlayışı bu partilerden ayrılıyor. O bakımdan herhangi bir siyasi partiyle bizim birleşmemiz, bütünleşmemiz söz konusu değildir. Biz, özgün, milli duruşumuzla ve siyaset üslubumuzla milletimizle bütünleşerek yolumuza devam edeceğiz.

Ak Parti’nin birçok icraatını eleştirdiğinizi söylediniz. Bunlara birkaç örnek verir misiniz?
Özelleştirmenin haricinde, Büyük Ortadoğu Projesi’ne tamamen eklemlenen dış politika anlayışını benimsemiyorum. Ayrıca Türkiye’de bölücü unsurlara ve teröre fazlaca malzeme teşkil eden söylemleri ve yaklaşımları oldu. Avrupa Birliği sürecini çok fazla önemsiyorlar ve neredeyse Avrupa Birliği sürecini bir dava haline getirmiş olduklarını görüyorum. Anayasa değiştirecek kadar imkâna sahip olmalarına rağmen, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Kanunu, Cumhurbaşkanı Seçim Usulü, YÖK gibi antidemokratik yapıların düzeltilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve başörtüsü sorununun çözümüne yönelik hiçbir demokratik adım atmamışlardır. Bu ülkede hiç mi iyi bir şey yok? Mutlaka iyi şeyler var. Enflasyonun kontrol altına alınması, ülkede finans yönetimiyle ilgili olarak yabancı sermayenin Türkiye’ye çekilmesi bir noktada yararlıdır. Ama orada da yabancı sermayeyi, yatırıma ve üretime yönlendirmek yerine daha çok rant alanlarına yönelmelerinin sağlanması da eleştirdiğim taraftır.

Sizin Meclis’te ne gibi çalışmalarınız var? Gündeminizde herhangi bir kanun teklifi söz konusu mu?

BBP, bir taraftan kendi iç eğitimini yaparak, teşkilatlarını yeniden yapılandırarak bir derlenme ve toparlanma sürecine girdi. Şimdiden mahalli seçimlere hazırlık yapıyoruz. Merkez Karar Kurul toplantılarımız oldu. Türkiye genelinde İl Genel Meclisi’ne eksiksiz aday çıkartmak ve orada iyi sonuç almak üzere hazırlık yapıyoruz. Belediye Başkanlıkları’nda da daha çok pilot olarak seçtiğimiz yerlerde seçimlere mutlaka katılacağız. Meclis’te tek milletvekiliyim. Gündemi takip etmek ve gündemin önüne geçmek noktasında sıkıntılarım elbette oluyor ama bunu danışmanlarımla aşmaya çalışıyorum. Şu ana kadar Meclis İçtüzüğü’nün değiştirilmesi için bir önergemiz oldu. Partiler, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Meclis’in gruplara göre değil, partilere göre yapılanması lazım. Meclis’te gruplar vazgeçilmez unsurdur, partiler hiçbir şey değildir. İçtüzükte yeri bile yoktur. Hâlbuki demokrasinin tabana yayılabilmesi için, Meclis’te temsil edilen siyasi partilerin de kanunlar üzerinde söz söylemesi, yasa teklifi yapabilmesi gibi imkânlara sahip olması lazım. Bunun için bir tüzük değişikliği istedim. 657 Sayılı Kamu Çalışanları Kanunu, 4/C mağdurlarının sorununu çözmek için bir kanun teklifi verdik. Engellilerin istihdamının artırılması, emekliliklerinin daha erkene alınması yönünde kanun tekliflerimiz oldu. Bağ-Kur ve SSK’lıların sorunlarını gündeme taşıdık. Çeşitli sebeplerle öğrenciliğine son verilerek, okuldan atılmış olanların bir kereye mahsus affedilmelerini ve tekrar eğitimlerine devam etmelerini sağlayacak bir yasa teklifimiz oldu.


Biraz da aile hayatınızdan konuşalım. On dokuz yıllık mutlu bir evliliğiniz var. Eşiniz Gülefer Hanım’ın, medyada çok fazla yer almamasına rağmen her konuda sizi desteklediğini görüyoruz. Bir eş ve baba olarak, Muhsin Yazıcıoğlu’yu anlatır mısınız?

Mutlu, huzurlu bir ailemiz var. Bir tek sorun, çok fazla bir arada olamayışımızdır. Bu da bütün siyasilerin ortak sorunu… Meşhur bir söz vardır: “Siyasetçinin karısı dul, parası pul, kendisi kuldur.” Halk esir alıyor. Siz burada halkın iş takipçisi gibi oluyorsunuz. O getirecek, siz çözeceksiniz. Ülke yönetimine ait temel sorunlara ayırdığınız zamanla, sistemin ürettiği lüzumsuzlukların altında boğulan vatandaşlarımızın getirdiği sorunların arasında uçurum var. Hâlbuki bizim daha çok temel sorunlarla ilgilenmemiz lazım. Onun için de halkın, vatandaşın “Koş” dediği yere koşturuyoruz. Eğer siyaseti gerçekten doğru yapıyorsanız, siz sürekli fedakârlık yapan tarafsınız. Maddi olarak da fedakârlık yapan taraf siz oluyorsunuz. Evinize de çok seyrek gidebiliyorsunuz. Bunlar zor oluyor ama netice itibariyle ailenin verdiği karardır. Aile bunu istemiyorsa da yapmaz. Fakat bir defa siyasetin içinde yer almışsanız, sonra o sizi sürekli buna zorluyor. Hele bizimki gibi bir hareket daha farklı… Biz, idealist bir hareketiz. Kendimizi aşan değerler adına siyaset yapıyoruz. Bizde bireysellik yok, toplumculuk vardır. Kendi ailemizin huzurlu olması, tek başına bizim mutlu olmamız yeterli değildir. Millet, topyekûn huzurlu ve mutlu olmalıdır. Bunun için mücadele ediyoruz. Onun için sorunlara katlanılacak. Ben, evde çocuklarımla diyalog içindeyim ve onların sorunlarıyla ilgiliyim. Okullarına giderim. Fırsat buldukça, onları okuldan bizzat kendim alırım. Dolayısıyla çocuklarına ve evine karşı ilgili bir aile reisiyim. Ailemizin çok savurgan bir yapısı yok, tutumlu bir aileyiz. Bu bakımdan işimiz, ailemiz şeffaf ve açık, toplumun gözü önündeyiz. Ancak eşimin sürekli meydanlarda olmasını ben de çok fazla istemiyorum. Zaten kendisi de bundan hazzetmiyor. Ama kendisi hayır işlerine, toplumsal sorunlara çok yakın ilgi duyar. Bununla ilgili sessiz sedasız, kendi mütevazı imkânlarıyla çok değerli hizmetler yapıyor.

Eşiniz bir demecinde sizin dışarıdan sert görünmenize rağmen, aslında çok romantik bir kişiliğe sahip olduğunuzu söylemişti. Siz de kendisiyle aynı düşünceyi paylaşıyor musunuz?

Evet. Benim genelde duygusal bir tarafım var. Benim için fedakârlık yapanlara karşı vefa duygum çok baskındır. Ayrıca ekonomik zorluklar içerisinde olan insanlara karşı duygusalım. Çünkü ben bütün bunları yaşayarak yetişmiş birisiyim. Yoksulluğu bütün derinliğiyle yaşamışım. Bir gurbetçi çocuğuyum. Babam yurt dışında uzun süre çalıştı. Eğitimde fırsat eşitsizliğini ben yaşadım ama yarıştık ve başardık. Kavgaları yaşadık. Geciken adaletin kurbanıyız. İşkenceler görmüşüz. Bunları yaşamış birisi olarak, fırsat eşitliğinin olduğu, hak ölçüsüne riayet edilen, devletin imkânlarının ve kaynaklarının hakça paylaşıldığı, adaletin gecikmeden dağıtıldığı, herkesin sınırsız, imtiyazsız şekilde ülke kaynaklarından yararlanabildiği, yine herkesin kamusal alanda kabiliyetiyle, ürettiği değerle var olabildiği, işkencenin olmadığı, kavgaların değil, sevginin paylaşıldığı bir Türkiye özlüyorum. Çünkü ben, bu saydıklarımın hepsinin altında ezilen bir kesimin içinden geliyorum. Onun için de duyarsız kalamam. Birisi gelip bir sorun söylese, ben “Daha sonra görüşelim” deyip geçebilen birisi değilim. Bu devletin işidir, diyemem. En olumsuz problemine bile “Acaba, çare üretebilir miyim?” diye düşünmeden, hayır diyemem. Ben de varsa, yok dediğimde, Allah benden alacak diye düşünürüm. Tokalaştığım anda elinin terinden ne kadar sıkıntılı olup olmadığını anlarım. Ben Anadolu çocuğuyum. Evimde de, çevremde de böyleyim.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatta en çok tahammül edemediği şey nedir?

Devlete ve millete ihanete tahammül etmem ve affetmem. Yalana karşı da aşırı tahammülsüzlüğüm vardır. Dürüst, doğru ve açık olmalıdır.

Sanatın hangi dallarıyla ilgilenirsiniz? Sinemaya ya da tiyatroya gidebilmek için vakit bulabiliyor musunuz?

Uzun zamandır tiyatroya gidemiyorum. Sinema altı ayı geçmiştir. Gerçi, yakında bir filmin galasına gittim. Çocuklarla tiyatro için randevulaştık ama bir türlü gerçekleştiremedim. Türk Sanat Musikisi’ni dinlemeyi seviyorum. Sanata ve sanatçıya önem veririm ama kendim herhangi bir sanat dalında ilerlemiş değilim. Spora meraklıyım. Gençliğimde spor dallarının birçoğunu yaptım. Şimdi de imkân buldukça devam ediyorum.

Milliyetçi-muhafazakâr bir çizgide politika yürüten bir siyasetçi olarak en büyük idealiniz nedir?

Türkiye’de fert başına düşen milli gelirin on beş bin dolarların üstüne çıktığı, Türk Cumhuriyetleri ile pasaportsuz seyahat edilebildiği, Hazar Havzası’nda ve Avrasya coğrafyasında büyük ekonomik işbirliklerinin oluşturulduğu, borç alan değil, borç veren bir Türkiye olduğumuzu görmek istiyorum.

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.

Sağ olun, ben de teşekkür ederim.

RÖPORTAJ: Güler Demirtaş Egeli
Digitürk-Keçi Dergisi
Aralık 2007








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yukarıdaki yazıyla ilgili yorumunuzu alayım : )