Otobiyografi



Birisi size “Hadi kendinden bahset” dediğinde kendinizi hiç tanımıyor gibi bir hale bürünürsünüz ya… Şu an tam da onu yaşıyorum. Nereden başlayacağımı bilmiyorum diye yazacağım saniyede bir sonbahar sabahına kadar gitmek gerektiğini düşündüm.

Yıl 1980... Ankara’da evler, sokaklar karışık…  Sağcı ve solcuların birbirini dövmekten bıktığı, tarafsızları “Sen niye taraf tutmuyor musun?” diye köşe başlarında sıkıştırıp bir güzel benzettiği günlermiş.

Memlekette sorun kalmamış gibi 12 Eylül İhtilali’ne beş gün kala, sabırsız davranarak annesine sürpriz yapan,  attığı tekmeler yetmiyormuşçasına onu biraz daha üzmek için dünyaya gelen bir kız… : ) Erken doğum heyecanıyla babasına trafik kazası yaptıran, evin ilk çocuğu, babaannenin, anneannenin, dedelerin ilk torunu, kısaca herkesin ilk göz ağrısı olmuş ve o günden beri hala şımartılmaya devam edilen bir çocuk… İşte o benim. : )  

Biri beni kızdırdığında ya da kendimi yeniden hayata motive etmek istediğim anlarda şakayla karışık “Güler, öyle bir şahsiyet ki, ülke onun doğumuna sessiz kalamamış, ihtilal olmuş. Sen hala neyin peşindesin arkadaşımmm” derim kendime ya da laf yetiştirmeye çalıştığım kişiye : )

İlk çocuk olduğum için babam adımı 80’lerin popüler isimlerinden İlknur koyacakmış. Ama benim tam bir Osmanlı kadını ve aynı zamanda despot babaannem duruma hemen el atarak bana annesinin adını koymuş. Güler… İnsan karakteri ismine göre şekillenirmiş, kişiler isimleriyle özdeşleşirlermiş, eskiler buna “ismiyle müsemma” derler. İşte ben de o günden beri gülüyorum : ) Ama şöyle de bir gerçek var ki; en çok gülenler aslında en çok ağlayanlardır.

Çocukluğumdan beri paylaşmayı hep sevmişimdir. Sevgimi, olmayan oyuncaklarımı, paramı… Babam harçlıklarımızı verdikten sonra “Ortak olalım, birlikten kuvvet doğar” diyen kardeşime tüm paramı verirdim. Paraları birleştirirdik. Birkaç gün sonra çıkan kavgada ortaklık bozulunca bozuk paralar benim, kâğıt paralar onun olurdu. : ) Nasıl bir kardeş sevgisi ve nasıl bir güvense ben bundan hiç ders almayarak, binlerce çikolata alabilecek kadar çok harçlığımı defalarca kardeşime kaptırdım :)
Ben hep çok savurgan ve şımarık, kardeşim de hep tutumlu ve yaramaz… Çok kavga ederek ama hep çok severek büyüdük onunla… Yüzümde hala tırnak izleri vardır.

Aklıma gelmişken bir anımızı paylaşayım: O yıllarda okula giden erkek çocuklarının saçlarını nedense hep “0 numara” tıraş ederlerdi. Kardeşimin de böyle tıraş olduğu bir gün okuldan eve dönerken ceviz büyüklüğünde dolu yağdı. Her dolu tanesi düştüğünde “Ahh, uhhh” diye kıvranan hain kardeşime dayanamadım : ) Hoşdere Caddesi'ni bilenler bilir… Tam Çankaya Lisesi’nden gemi apartmanına yakın evimize kadar çantamı onun başına tuttum. Hep babam ”Sana taş atana sen gül at” diye diye beni bu hale getirdi : )
Şimdi mi? Bazen aynı yatakta uyuduğumuz, üşüyünce birbirimize sarıldığımız, birlikte çamurlara bulandığımız, kâğıttan gemi yaptığımız, uyumadan önce karanlıkta son iki harften kelime türetmece oynadığımız benim ilk göz ağrım, çocukluğum, canım kardeşim şimdi dünyanın öteki ucunda… Gözlerim doldu bunu yazarken…  Keşke yanımda olsaydı da yüzüme tırnaklarıyla resim yapsaydı deyip kimseyi üzmeyeceğim merak etmeyin : ) Zaten sonra bir tane daha oldu, onun pabucu da dama atıldı. Hayatımdaki beş önemli erkekten ikisi kardeşlerim… Diğerleri de babam, eşim ve oğlum… Annemle biz hep ezikleri oynadık erkeklerin bu sayısal çoğunluğu yüzünden… : )

Sonra neler oldu? Okul hayatı işte… İlkokul bittikten sonra özel bir kız lisesinde orta ve liseyi tamamladım. Orasıyla ilgili anlatılacak çok şey var ama roman gibi olacak diye bu seferlik anlatmıyorum. Belki bir postta buna değinirim.  Hep beni öğretmen olmaya yönlendiren hocalarım ve bu ideal zorla kafasının içine yerleştirilen bir ben vardı o dönemde… 18 tercihten 17’sini öğretmenlik yaparken sadece ikinci tercihimi  (İletişim Fakültesi-Radyo-Televizyon ve Sinema) nasıl olsa tutmaz diye bana yazdıran o zamanki rehber öğretmenim, şimdiki işimde patronum olan ( kaderin cilvesi ) beyefendiye buradan teşekkür etmek lazım. Dönem dönem bu bölümü yazdığıma pişman olsam da artık hiç öyle düşünmüyorum. İyi ki öğretmen olmamışım, benim yaratılışıma tamamen aykırı olduğunu son bir buçuk yıldır görev yaptığım okulda öğretmenlerle yakın markaj çalışırken anladım.

Çalkantılı üniversite yıllarım 28 Şubat sürecine denk geldi. Fırlatılan Anayasalar, başbakanlıkta tarikat şeyhlerine verilen iftar yemekleri, Merve Kavakçı'lar falan filan… Politikanın kirini, pasağını, “siyasi simge” diye nitelendirdikleri başörtümüzü çıkararak temizleyen rektörler, dekanlar… Öyle bir dönem… Kabuklanmaya yeni yeni yüz tutmuş yarayı kanatmamak için bu konuyu da teğet geçmek istiyorum.

Okulumu seviyordum. Bitirmek istemiyordum. Bilerek ders mi bıraksam, mezun olunca ne yapacağım sanki gibi düşünceler beni böyle düşüncelere sevk ediyordu. Neyse ki o zamanki en büyük destekçim ve şu anda yıl itibariyle 8 yıllık sevgili eşim beni bu düşünceden caydırdı ve dört yılda mezun oldum. Bana akıl veren terzi yani eşim kendi söküğünü dikemediği için okulunu üç yıl uzattı  :) Hakkını yememek lazım, Hacettepe Üniversitesi’nin en …………….. hocalarının barındığı Fizik Mühendisliği bölümünü sınıf arkadaşlarından sadece iki tanesi dört yılda bitirebildi. Üniversite döneminin bana en büyük hediyesidir eşim… O olmasaydı belki şu anda ben olmazdım, bilemiyorum.

Okulum bitince nişanlandık ama o okula devam etti ve tabi çalışmaya başladı. Mezuniyetten sonra iş bulamadığım ilk bir yılın sonunda yine eşimin vesilesiyle bir işe girdim. Bir mobilya mağazası… Mesleğimle alakasız bir işte ne diye çalışıyorum, diye üzülürken aynı mağaza için yazdığım reklamları Mehmet Ali Erbil, Yıldız Kenter gibi sanat camiasına aile zatlar seslendirdi. 23 yaşında,  ilk işimde halka mal olmuş (!) isimlerle tanışmak ve onların benim cümlelerimi seslendirmesi mesleğim için öz güvenimin temellerini atmıştı. Mağazanın sahibi beyefendi bana hep burası senin için önemli bir basamak derdi, öyle de oldu, orada o kadar çok şey öğrendim ki…  

O dönemde davetsiz ama dünyanın en tatlı misafiri aramızda katıldı. Erdem’im, yavrum… Babası okulunu Erdem doğduktan sonra bitirdi ve askere gittiğinde yalnızlığıma canım oğlum ortak oldu. Eşimin askerliği ile benim iş hayatım yeniden başladı. Bu kez bir magazin dergisinde yazı, çizi, röportaj, deşifre, editörlük işleri ve ardından haber müdürlüğü yaptım. Dergi döneminden kalan en büyük hatıramsa milletçe kıymetini bilemediğimiz değerlerden biri Muhsin Yazıcıoğlu ile yaptığım röportaj oldu. Site içerisinde bu röportaja da yer verdim. Okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Üç yıl çalışmadan çok sevdiğim evimde oğlumla beraber bir daha büyüdüm. Gelen bir teklifle siyasal reklama el attım.  2011 yılı, 12 Temmuz seçimlerinde bana taban tabana zıt olmayan fakat çok da sempati duymadığım bir siyasi partinin milletvekili adaylarının ve genel başkanının reklamlarını hazırladım. Süreli ve geçici bir işti bu. Derken hali hazırda Kurumsal İletişim Uzmanı olarak görev yaptığım özel bir okulda çalışmaya başladım.

Evet, çalışıyordum ama yazmadan, biriyleriyle bir şeyler paylaşmadan duramıyordum. Eğitim-öğretimin iki döneminde birer kere çıkardığım okul gazetesinde köşe yazmak haliyle yetmiyordu. Bir akşam internette dolaşırken  bir bloga rastladım. Çatı Katı Blog... Okurken çok keyif aldım. Bir sayfa okudum, sonra bir sayfa daha... Hiç aklımda yokken, işte bu bana göre bir şey deyip blog yazmaya karar verdim. Çatı Katı İlkay'ı okuduğunuz zaman siz de blog yazmak isteyebilirsiniz : ) Blogspotla başladığım blog yazarlığına wordpressle devam ettim ama orada yaşadığım teknik bir sorundan dolayı onlarca postum heba oldu :( Yılmadım, tekrar blogspota dönerek yazmaya devam ediyorum :)

32’lik bir yorgunun hayatı iki A4 kâğıdına yazmakla anlatılmaz, anlatılsa da bitmez tabii ki… Kendi tarihimin mutlu, hüzünlü, heyecanlı, acılı ayrıntılarını zaman zaman burada paylaşıyorum. Her insan gibi ben de kendi tarihimi yazıyorum.

Edit: Bu aralar home-office çalışarak işlerimi sürdürüyorum. Farklı bir deneyim... : ) (Mayıs 2013)







3 yorum:

  1. merhabalar,siteniz gerçekten çok güzel.fakat özgeçmişinizde yazdığınız "İyi ki öğretmen olmamışım, benim yaratılışıma tamamen aykırı olduğunu son bir buçuk yıldır görev yaptığım okulda öğretmenlerle yakın markaj çalışırken anladım" cümlesi yanlış yorumlanabilir.bir eğitimci olarak bunu söylemek istedim.kolay gelsin.

    YanıtlaSil
  2. Öncelikle yorumunuz için teşekkürler... Bu cümlenin hiç kimse, özellikle de öğretmenler tarafından yanlış anlaşılmasını istemem. Bu yüzden açıklık getireyim hemen... Ben orada üstü kapalı olarak öğretmenliğin güçlüklerini ima ettim, konuyu çok fazla açmadığım için niyetim anlaşılmamış olabilir. Siz de bir eğitimci olarak öğretmenliğin büyük özveri ve sabır gerektirdiğini çok iyi biliyorsunuz. Ben öğretmenlerin doğuştan bu meziyetlere yatkın olarak yaratıldığını düşünüyorum. Öğretmen arkadaşlarımın fedakarlıklarına yakından şahit oldukça bu düşüncem kemikleşti. Kendi sabırsızlığımın da farkında olduğum için böyle bir saptamada bulundum. Bunun kimse tarafından yanlış anlaşılmasını istemem. Bilakis öğretmenlerimizin gururlandıran sözler bunlar. Yine de hassasiyetiniz ve yanlış anlaşılmaya mahal verebilecek bir cümleyi açıklamama vesile olduğunuz teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yukarıdaki yazıyla ilgili yorumunuzu alayım : )