Babamın deyimiyle kırk yedi
benli, babaannemin “Annene babandan önce ben vuruldum” dediği buna rağmen hayatı
boyunca kayınvalidelik görevlerini eksiksiz yerine getirdiği, çocuk yaşta çocuk
sahibi olmuş, çocuklarıyla beraber babamın diğer beş kardeşini de büyütmüş,
beyaz tenli, ela gözlü güzeller güzeli bir kadın benim annem…
Bana dokuz aylık hamileyken sırtında
kömür taşımış canım annem… Ben doğduktan sonra kalabalık hane halkına hizmet
etmekten çocuk sevgisini tadamamış, dolayısıyla bana da anne sıcaklığını tattıramamış
olmasının acısını ikimiz de uzun yıllar yaşadık. “Büyüklerin yanında çocuk
sevilmez” kuralını babam zaman zaman delebilse de annem; gündüz sadece emzirmek
için yanıma gelip, evin bütün işlerini bitirdikten, akşam yemeğini hazırlayıp
bulaşıkları yıkadıktan sonra odalarına çekildiğinde karanlıkta beni gizli gizli
severmiş. Hatta bazen babam da gecenin sessizliğini çocuğunu sevip okşamak için fırsat bilirmiş.
Hafta sonları beni kırklayarak,
Hacı Şakir’i kafama vura vura banyo yapar,
okula götürmeden önce gözlerimi belli bir noktaya sabitleyip kıpırdama dedikten sonra saçlarımı yolarcasına tarayıp tepeden atkuyruğu yapar, bembeyaz kurdeleler ve kolalı yakalıklarla süslerdi beni. Kış günlerinde 80’lerin eğitim hayatının simgesi siyah önlüğümün içine kendi ördüğü yün kazaklardan giydirmeden evden çıkarmazdı.
okula götürmeden önce gözlerimi belli bir noktaya sabitleyip kıpırdama dedikten sonra saçlarımı yolarcasına tarayıp tepeden atkuyruğu yapar, bembeyaz kurdeleler ve kolalı yakalıklarla süslerdi beni. Kış günlerinde 80’lerin eğitim hayatının simgesi siyah önlüğümün içine kendi ördüğü yün kazaklardan giydirmeden evden çıkarmazdı.
Ortaokul ve lise yıllarımda üç
çocuklu bir kadın olmuş, babam dâhil dört kişiyi maddi manevi memnun edebilmek
için tabiri caizse saçını süpürge etmişti. Ben, iki kardeşim ve babam farklı saatlerde
acıkarak eve gelirdik. Kimse bütün ailenin eve geleceği saati bekleyemezdi, bu
yüzden bizim hiç yemek saatimiz olmadı, annem eve her gelene tek tek sofra hazırlar, doyurur, kimsenin aç beklemesine tahammül edemezdi. Her anne gibi tek
kızına ev işleri ve mutfağa dair bir şeyler öğretmek istediği anda “Küçücük
çocuğa iş mi yaptırıyorsun?” şeklinde babaannemin tepkisiyle karşı kaşıya
kalırdı. Ailenin ilk torunu, evin tek kızı olmak ve bütün bunlar tabii ki benim
işime gelirdi. Yıllar sonra annemin öngördüğü şekilde beceriksiz, ev işleri
ve yemekle alakalı hiçbir şey bilmeyen bir kız olarak evlenmenin zorluklarını
yaşadım. Annem de akraba ve diğer çevremizin “Kızına hiçbir şey öğretmemiş”
suçlamalarına maruz kaldı sebepsiz yere…
Ama bundan annem hiç gocunmadı,
çünkü tüm nedenleri kendisi biliyordu, her şeyi kendisi birebir yaşamıştı. Onun
için en önemli şey benim üniversite eğitimi alıp iyi bir meslek sahibi olmam,
kendi ayaklarımın üzerinde durabilmem, çalışmasam bile kolumda altın bir
bileziğin takılı olmasıydı. Liseye giden kocaman bir kızken sabah ben ayakta
uyurken annem ya da babam pijamalarımı çıkarıp okul formalarımı giydirirlerdi.
Üniversiteyi kazanamadığım ilk
yıl ben hemen pes etmiş ve amcamdan gelen kimyagerlik teklifini kabul etmek
üzereyken, annem bana hiç söz hakkı tanımadan bu olaya müdahale etti. Şehir dışındaki aile
fabrikamızdaki bu işin şartları çok cazipti. Yıl 1997… 20 bin metrekare bir alan üzerine
tahsis edilmiş bir fabrika… Çalışanlar için kalacak bir binanın da var olduğu bir
kompleks… “Kızım, sana özel bir yer tahsis edeceğiz, odanda tüm kişisel
ihtiyaçlarını karşılayacak her şey olacak. Şahsına özel televizyonun bile
olacak. Hatrı sayılır bir maaş. Altına da şık bir araba çekeceğiz, hafta
sonları Ankara’ya gelip gidersin… Bırak bu üniversite sevdasını… İşi ocağında
öğren. Senin iyi bir kimyager olacağından eminiz, kendi kızımız varken niye
başkaları çalışsın” Amcamın bu sözleri kulağa çok hoş geliyordu.
Annem el çabukluğuyla beni hemen dershaneye
yazdırdı. Bir taraftan da “Bu iş, güç hikâye, üç kuruşa kanma, ticarette ne
olacağı belli olmaz, bu fabrikanın bir sonu var mı yok mu belli değil, kız
çocuğu üniversite okumadan, eline diplomasını almadan olmaz” diye beni motive
ederek üniversiteyi kazanmamı sağladı. İlk girdiğimde Anadolu’nun en ücra
köşelerinde iki yıllık bir yer bile tutturamamışken, ikinci yıl annemin
desteğiyle Ankara’da evimize 20 dakika mesafede Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi’ni kazandım. Birkaç yıl sonra çıkan ekonomik krizle bizim devasa
fabrika da battı gitti zaten. Annem yine haklı çıkmıştı.
Aynı özenle bana üniversiteyi de
okuttu, el üstünde tutulan şımarık bir üniversite öğrencisiydim. Annem bir
dediğimi iki etmez, hizmetimde kusur etmezdi. Genç kızlığımda anneme bir fincan
kahve yapıp götürdüğümü hatırlamıyorum. Üniversiteyi bitirdikten sonra eşimle
tanışıp evlendik. Anneme hiçbir faydam olmadan evlenmiş olmak beni üzse de
benim mutluluğumun onu mutlu ettiğini görmek içimi rahatlıyordu.
Asıl mesele şu ki, annemin bana olan sevgisini beni yetiştirirken gösterdiği özenden anlayabildim sadece…
Annem bana hayatı boyunca bir kere bile başka anneler gibi “Seni seviyorum
kızım” demedi. Hatta kızım bile demedi. En başta söylediğim ben bebekken “Büyüklerin
yanında çocuk sevilmez” klişesi öyle bir içine işlemiş ki, ömrümce annem beni
sahiplenemedi. Kızım, yavrum diyemedi. Ben bunu zaman içinde büyüdükçe, diğer
kız arkadaşlarımın anneleriyle ilişkilerine tanık oldukça, onlardan kızım sözcüğünü
duydukça fark edebildim. Üniversitede bir arkadaşın evine gittiğimde
arkadaşımın annesi bana “Kızım karnınız acıktı mı?” diye sorduğunda çok tuhaf
oldum. Birisi bana ilk defa böyle hitap ediyordu. Benim bu sözü o zamana kadar
binlerce defa duymam gerekiyordu. Benim de beni çok seven bir annem vardı ama
bu sözü hiç duymamıştım. Günlerce üzüldüm, gizli gizli ağladım. Annemle ufak
bir tartışmamızda da hemen bunu dışa vurdum. “ Zaten sen bana başkalarının
anneleri gibi hiç kızım bile demiyorsun, sen beni sevmiyorsun” Annem duraksadı.
Mimikleri değişti, niye “Kızım” diyemediğini düşündü, ağlayacak gibi oldu,
toparlanmaya çalıştı. Tartışmamız sonlandı ve yanımdan uzaklaştı. Günler sonra
anlattı bana bunun nedenini… Anlattı anlatmasına ama bu huyu bu olaydan sonra
da değişmedi. Ta ki ben 30 yaşıma gelene
kadar… Benim de bir çocuğum vardı artık… Ben nasıl çocuğuma oğlum, yavrum
diyorsam, annemden de “Kızımm” kelimesini duymak istiyordum. Her fırsatta bunu
ona söyledim. O kadar zorlanıyordu ki… Söylemeye başladı ama sessizce…
Telefondayken… Lafın arasında, söyleyip söylemediği bile belli olmayacak şekilde…
Sadece ben üzülmeyeyim diye söyledi. Kendi ağzına yakıştıramıyordu bu sözü…
Hala utanıyor, hala çekiniyordu.
Canım annem, iki gözümün nuru, ağrıyan
yerimi elinin bir dokunuşuyla iyileştiren, üşüdüğüm anda avcunun içiyle
bedenimi yangın yerine çeviren annem…
Kocaman bir kızken uyuyamadığım gecelerde uykusuz kalacaksın diye yatağıma
gelip saçlarımı okşaya okşaya beni uyutan annem… Hastalandığımda sütlü çorbamı
yapıp elleriyle içiren, en sevdiğim yemeklerle beni iyileştiren annem… Çocuklarını
annesiz bırakmamak için onca cefaya katlanan, genç yaşında ağaran saçlarının
her teline ayrı ayrı kurban olduğum annem…
Artık 33 yaşındayım. Sen bana
kızım diyemesen de bana her bakışında gözlerinden binlerce “Kızım” ın döküldüğünü görüyorum. Sen beni
sahiplenip sarılamasan da ben sana sarıldığımda kalbinin kelebekler gibi kanat
çırptığını anlıyorum. Üzgün olduğumu sana fark ettirmemeye çalıştığım anlarda
nasıl anladığına hayret ediyor ve bir anda nasıl yıkıldığını görebiliyorum. Bu
yüzden artık kızım demesende olur anneciğim… 30 yıldır duymadığım bir sözü arada
sırada duyabiliyor olmanın benim için artık hiçbir önemi yok güzel annem. Yine
her zamanki gibi sözün doğrusunu söylemişsin. “Sevgi sözlerle değil, davranışlarla
anlatılır” demez miydin sen?
Dipnot: Bloğumu sürekli takip edebilmek için buraya tıklayarak Facebook sayfamı beğenmeniz yeterli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yukarıdaki yazıyla ilgili yorumunuzu alayım : )