“Canım, sen niye gelmedin?” Böyle bir cümle sadece bir
kişinin dudaklarından döküldüğünde canınız yanar. Bir et parçası dediğiniz
kalbinizi, birisinin hamur gibi eline alıp oklavayla açtığını duyumsadığınızda
çok acı çekersiniz. O hamur üçe, beşe katlandığında ve her katlamada bin defa
daha hissettiğiniz azap kızgın fırında pişirildiğinde zirveye çıkar gibidir. Duymaya
alıştığınız yumuşacık ses metrelerce öteden hızla atılıp saplanan bir oktur can
damarınıza ve o an onun ayağının altındaki halı, soluduğu nefes, yediği yemek,
yanağına düşmüş gözyaşı olmaktır dünyaya dair tek arzunuz. Bunların hayal
olduğunu idrak ettiğinizde ise yere düşer düşmez eriyen kar tanesinin, göğe
yükseldiğinde sonsuzlukta kaybolan toz bulutunun yerinde olmak ister, onların
ne kadar da şanslı olduğunu düşünürsünüz. Size saliseler içinde bunun gibi
sayısız duyguyu aynı anda yaşatabilecek tek şey, Allah’ın insana dünya
nimetleri adına bahşettiği en güzel armağan olduğunu düşündüğüm, anne ve baba olma lütfuna
mazhar olan herkesin tadıp bildiği evlat sevgisidir.
Dün gece yarısından sonra saat iki civarında tehlike sireni
gibi çalan telefon sesiyle uyandık.
Günlerdir bir türlü iyileşemeyen oğlumun tüm yediklerini iade ettiği halde hala mide bulantısıyla kıvrandığını ve yavrumun o saate kadar uyuyamadığını söylüyordu annem. Sabah işe gideceğim ve dayanıksız bir bünyem olduğu için eşim ve annemin ortak kararı ve baskısıyla kuzucuğumun yanında olamadım. Sabah saat 8’e kadar hastanede kalan oğluma üç saat boyunca serum vermişler. Sabah annemler evlerine gelir gelmez bebeğimi aradım. Önce sevinçle “Bana kolumdan su içirdiler, koluma iğne batırdılar ama ben hiç ağlamadım anne” dedi. “Sen bebekken aşı olurken de hiç ağlamazdın yavrum, aferin sana” dedim. Sonra doktorun kızartma, cips gibi yağlı şeyler yememesini, gazlı şeyler içmemesi gerektiğini tembihlediğini söyledi. Zaten hiç kola da içmez benim kuzum ama cipsin yasaklandığını söylerken içinin yandığını hissettim tabii. Durdu durdu, “İğne batırırlarken hiç ağlamadığımı söylediğim halde şaşırmadın anne, küstüm sana” dedi. “Olur mu oğlum, çok sevindim, sen hep çok güçlü bir çocuktun, ben senin ağlamayacağını biliyordum bebeğim, o yüzden şaşırmadım” diyerek onu da toparladım ama sonra o masum konuşmasıyla öyle bir söz etti ki dondum kaldım. “Canım, sen niye gelmedin?” Öyle güzel canım diyordu ki ona olan sevgimi neyle çarparsanız çarpın o kadar artıramazsınız ve aynı cümle böyle tarifi imkânsız bir sevgiyi kaybetme korkusunu da beraberinde getirip yazımın başındaki çaresizliği bana yaşattı. Ne deseydim? Ne deseydim de benim kıymetlim, benim parçam, benim canımın canı acımasaydı, bana olan sevgisi, güveni taptaze kalsaydı? Elimde ahize… O an konuşmak zordu, çok zordu. Hem çıldırırcasına yanında olmak, olamayacağım için de yok olmak isterken hem de ona bir şekilde cevap vermek, saçma sapan sözlerle bile olsa ona kendini iyi hissettirmek zorundaydım.
Günlerdir bir türlü iyileşemeyen oğlumun tüm yediklerini iade ettiği halde hala mide bulantısıyla kıvrandığını ve yavrumun o saate kadar uyuyamadığını söylüyordu annem. Sabah işe gideceğim ve dayanıksız bir bünyem olduğu için eşim ve annemin ortak kararı ve baskısıyla kuzucuğumun yanında olamadım. Sabah saat 8’e kadar hastanede kalan oğluma üç saat boyunca serum vermişler. Sabah annemler evlerine gelir gelmez bebeğimi aradım. Önce sevinçle “Bana kolumdan su içirdiler, koluma iğne batırdılar ama ben hiç ağlamadım anne” dedi. “Sen bebekken aşı olurken de hiç ağlamazdın yavrum, aferin sana” dedim. Sonra doktorun kızartma, cips gibi yağlı şeyler yememesini, gazlı şeyler içmemesi gerektiğini tembihlediğini söyledi. Zaten hiç kola da içmez benim kuzum ama cipsin yasaklandığını söylerken içinin yandığını hissettim tabii. Durdu durdu, “İğne batırırlarken hiç ağlamadığımı söylediğim halde şaşırmadın anne, küstüm sana” dedi. “Olur mu oğlum, çok sevindim, sen hep çok güçlü bir çocuktun, ben senin ağlamayacağını biliyordum bebeğim, o yüzden şaşırmadım” diyerek onu da toparladım ama sonra o masum konuşmasıyla öyle bir söz etti ki dondum kaldım. “Canım, sen niye gelmedin?” Öyle güzel canım diyordu ki ona olan sevgimi neyle çarparsanız çarpın o kadar artıramazsınız ve aynı cümle böyle tarifi imkânsız bir sevgiyi kaybetme korkusunu da beraberinde getirip yazımın başındaki çaresizliği bana yaşattı. Ne deseydim? Ne deseydim de benim kıymetlim, benim parçam, benim canımın canı acımasaydı, bana olan sevgisi, güveni taptaze kalsaydı? Elimde ahize… O an konuşmak zordu, çok zordu. Hem çıldırırcasına yanında olmak, olamayacağım için de yok olmak isterken hem de ona bir şekilde cevap vermek, saçma sapan sözlerle bile olsa ona kendini iyi hissettirmek zorundaydım.
“Canım, sen niye gelmedin?”
“Gelemedim bitanem.”
“Neden gelemedin?”
“Sabah işe gideceğim için baban getirmedi, sen de hasta
olursun dedi.”
“Ama babam geldi, o da işe gidecekti.”
“Ama baban erkek olduğu için senin gibi güçlü bebeğim.”
“O zaman sen keşke ……. Amcamdan izin alsaydın” ( Genel
Müdürümüzden söz ediyor)
“İzin alamazdım yavrum.”
“O zaman keşke ……. Amcam seni işten atsa da yanımda olsan
şimdi”
Sadece yutkundum. Ne kadar acımasız bir dünyanın içinde
yaşadığımızı bir kez daha fark edip berbat bir güne başlamak üzere telefonu
babasına uzatıp işe gitmek için hazırlanmaya başladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yukarıdaki yazıyla ilgili yorumunuzu alayım : )